Ölümsüzler Ülkesi
Jean Paul Bourre
Çeviri: Haluk Özden
Kendini dünyadan bir süre için geri çekmiş bilgelik üstatlarının, ya da günün birinde, yani Kali Yuga'nın (Demir çağı) sona erişinde ortaya çıkmaya davet edilmiş olan, insanlığın gerçek okült rehberlerinin; yasamlarını sürdürmekte oldukları bir "ölümsüzler ülkesinden" tüm geleneklerde söz edilir. Ulaşılması imkansız olan bu yeraltı dünyası değişik bölgelerde kurulmuş olup, ismi de inanışlara ve geleneklere bağlı olarak çesitlilikler göstermektedir.
Gobi çölünü tasvir eden seyyahlar,bunun için "sonsuza uzanan bir kara kum denizi" tabirini kullanırlar. Gündüz vakti güneş her yanı kavurur; sığınabilecek tek bir gölgelik köşe bulamazsınız, toprak adeta eritilmiş kurşun gibi sonsuza dek sürecekmişcesine kaynayıp durmaktadır. Ufuk çizgisi bile ölüm çölünü sınırlayamamakta, gece çöktüğünde buzlanıveren bu kum deryası, ilerledikçe insanın karşısına yeni yeni ufuk çizgileri çıkarıvermekte ve yolculuk giderek sonsuz bir ateş ve buz cehennemine dönüşmektedir.
Nicolas Roerich "Asya'nın Kalbi" adlı eserinde, "Gün gelir, bir kum duvarı göğe yükselir ve dünyayı bir manto gibi örter. Güneş, bu örtünün ardında dev bir kırmızı balona dönüşüvertr. Kum fırtınası başladığında hayvanlar ve insanlar panik içinde, ne yapacaklarını bilemezler." diye yazmaktadır.
Bu sessizlik denizini geçen yolcunun kimi zaman garip, hatta ürkütücü bazı fenomenler yaşaması da hayli sık meydana gelen bir olaydır. Bazı yolculuk kroniklerinde "bir tapınağın tütsüleri gibi hoş kokulu" seyyalelerin aniden beliriverdikleri yazılıdır. Ancak tüm bu uçsuz bucaksızlıkta ne bir eve, ne de bir insana rastlayamazsınız. Bazıları, Gobi çölünün belirli bir bölgesine yaklaşıldığında, buranın sebebi anlaşılamaz bir korku yarattığını belirtirler. Atlar korkudan titreyerek yere yatarlar, sürücüleri ise sanki bilinmeyen bir ilah, üzerlerine görünmez mevcudiyetini yüklüyormuşçasına dizleri üstüne çöküverirler. Kervanın daha ileriye gidebilmesi imkansızdır. Yanınızda size eşlik etmekte olanlar bir adım daha atmayı reddederler. Onlara, dünyanın altınını da teklif etseniz fark etmez. Burası bir büyük tehlikenin, insanoğlunun cezasız kalmadan giremeyeceği bir dünyanın eşiğidir adeta. Tercümanınız size hamalların ve rehberlerin görüşlerini aktarır: Şayet bu maceraya atılmayı göze alıyorsanız, bu sizin için büyük bir risktir. Çünkü bir kaç metre ilerinizde tüm Asya efsanelerinde sözü edilen o imparatorluk başlamaktadır artık. Gerçi sınırı gözle görülmemektedir ancak, beşeri limitlerin ötesine geçmeniz için bir adım atmanızı bedeninizin yerini azıcık değiştirmeniz yetip de artacaktır.
Bu noktadan itibaren "saf sular" ülkesi Belovodye başlamaktadır ve sınırı, Türkistan ile Moğolistan'ın da bir bölümünü içine alır.
ÖLÜMSÜZLER ÜLKESİ
"Parlak Horoz Devri geldiğinde, büyük üstatlar Agarta'nın mağaralarından çıkacaklardır." Bu dünyanın gerçek üstatlarını yani Demir Çağı'nın (Kali Yuga) başlangıcından ya da diğer bir ifadeyle inisiyatik gerçeklerin yitirilişinden itibaren yerkürenin en gizli bölgelerine çekilmiş bulunan "ruhun prenslerinin" geri dönüşleri, çeşitli tradisyonlarda bu şekilde bildirilmektedir.
Büyük inisiye varlıklar tarafından yönetilen yeraltı imparatorluklarından, çevresinde hayalet gemilerin dolanıp durduğu efsanevi adalardan, insan tahayyülünün dahi sınırlarının çok ötesinde kalan ve ağaçlan daima yeşil olanı buzullann ardındaki esrarengiz Kuzey ülkelerinden bahseden ezoterik tradisyonların yalan söylediğini kim iddia edebilir ki? Sanskrit kronikleri de yerkürenin içinde bulunan ve Atlantis'in son hatıralarının saklandığı Agarta'dan bahsederler. Bu, Moğolistan'daki Şamballa'dır. Burası, sadece arı bir ruhun ulaşabileceği Beyaz Ada'dır. İskandinav efsaneleri de Tule'nin hikayesini anlatırlar. Ve ölümsüzlerin yaşadıkları "son topraklar adası" olarak geçer. Eski Mısır'ın rahiplerine göre de beşeri dünyanın ötesinde, denizlerin ardında ve çok uzakta Pount Ülkesi'nin kapıları açılmaktadır. Rusya'da ise bazı yaşlı insanlar, Tatar fetihçilerinln Moğolistan'a giderken izledikleri hattı takip edenlerin, dev dağ zincirlerinin ardında yer alan "beyaz sular" (ya da saf sular) ülkesine ulaşacakların iddia ederler. Sovyet yazarı Chinchkov (Şinkov) bu gizli imparatorlukla ilgili imada bulunur:
"Belovodye isminde bir harikalar ülkesi vardır. Onun hakkında yazılmış pek çok şarkılar ve masallar mevcuttur. Bu ülke Sibirya'da yer alır; belki de daha ötesinde veya bir başka yerdedir. Oraya ulaşmak için stepleri, dağları ve yaşı belirsiz metine doğru yol almak gerekir. Şayet, doğuşunuzdan itibaren böyle bir kadere sahipseniz, Belovodye'yi görebilirsiniz. Bu ülke kimseye ait değildir. Pek eski zamanlardan beri tüm hakikat ve lütuf orada hüküm sürmektedir..."
Rus folklorunda da yalnızca "bilenlerin", yani şuur seviyeleri yüce ifşaata layık olanların ulaşabilecekleri yeraltı şehri Kitij'ten söz edilir. Yahudi tradisyonunda bu saklı şehrin adı Luz'dur. Bu, ışık imparatorluğudur; inisiyasyonun yeşil zümrütüdür. Yeşil, inisiyasyonu temsil ettiğinden ötürü, daima yeşil olan ada'nın, kışı asla tanımayan ülke'nin ne anlama geldiği anlaşılmaktadır. Bu ülkede Uyanık Şuur'un cehalet ve zamanın etkisiyle asla bozulamadıgı anlamı çıkmaktadır.
İmtiyazlı bölgeler insanın öylesine canı isteyip de ulaşabileceği yerler değildir. Gobi çölünün yalnızlığının ve çetin imtihanlarının, Himalayalarlın aşılmazlığının ve meskun bölgelerin ötesinde kalan Kuzey'in buzlarının üstesinden gelebilmeyi başaran kişi neticede olsa olsa ancak soğuk, delilik ve ölümle karşılaşabilir. Fakat bu saklı imparatorluklar pekala mevcutturlar. Bu kanaati edinmek için eski geleneklerle ve "öte dünyaya" bir adım atabilmeyi başarmış olan bazı ender yolcuların anlattıkları ile yüz yüze gelmek yeterlidir.
Henrich Schliemann antik Truva kentini aramaya gittiğinde bilim dünyası kendisiyle alay etmişti. Schliemann'ın çağdaşları için Truva sadece Homeros'un hayal dünyasının bir ürününden ibaretti. Ancak tradisyona dayanarak ve Homeros'un eserini adım adım izleyerek, İlyada'da adı geçen efsanevi kentin kalıntılarını bulmayı başardı. Sadece Truva'yı değil, üst üste inşa edilmiş dokuz kentin daha kalıntılarını keşfetti. Homeros yalan söylememişti.
Aynı macerayı Minotor efsanesini gerçek kabul eden Arthur Evans da yaşadı. Yaptığı kazılar sonucu Kral Minos'un görkemli sarayı gün ışığına çıkmıştı. Aynı şey 1898 senesinde Babil Kulesi'nin kalıntılarını bulan Robert Koldewey için geçerlidir. Bir kere daha efsane gerçeğe dönüşmüş ve tradisyon (gelenek) da çocuklar için yazılmış harika bir masal değil, insanlara ait ancak unutulmuş birtakım hakikatlere dayandığını kanıtlamıştır.
Bu gerçekleri yeniden elde etmek, aynı zamanda hakiki bir görüşe kavuşmak ve dünyaya onun saklı olan çehresini, başka bir ifadeyle hepimizin içimizde şuuruna varamadığımız ve zaman zaman anımsayarak ürküntü duymamıza neden olan birtakım hatıralar halinde tezahür eden gerçek yüzünü tekrar kazandırmak değil midir?
Böylece insan aniden çocukluğunda kendisini uyutmak içini okunan masalları anımsar, unutmuş olduğu sihirli bir alemde uyanır, içinde bir ışık prensesinin uyuduğu, kahramanımızı çetin imtihanlarla dolu bir yoldan sonra eşiğinde ejderhanın beklemekte olduğu o esrarengiz ve kimsenin bilmediği şatoyu ve ejderhanın insanüstü bir iradeyle yenilmesi gerektiğini anlatan hatıra parçaları teker teker su yüzüne çıkıverir. Gariptir ama, bu tip hikayelerin hatıraları bizlerde kayıp bir cennetin özlemini uyandırır ve çok daha derinlerimizdeki bir "ben", sadece rüyalarımızda görmüş olduğumuz bir ülkeden ayrı düşmüş olmanın ıstırabını duyuverir.
İşte bu özlem duygusu, bu dokunaklı nostalji, inisiyasyonda çağrı, uyanış, yolculuğa davet anlamı taşır. Ancak günümüz insanı bunu anlayamamakta, dilini kavrayamadığı bir gecenin ortasında yatağının kenarına oturmuş olarak donup kalmakta, içindeki bu değişik ıstıraba bir mana verememektedir. Çağlar ötesinden kendisine ulaşan bu çağrıya cevap vermeyi reddetmekte, çünkü içten içe bu tesirlerin gerçekliğinden şüphe etmektedir. Ancak eskiden bazı efsanevi arayışların, Graal'ın, Ebedi Gerçeğin bulunmasına yönelik çılgın yolculukların başlaması hep böyle bir etkiyle olmuştur. Bazı insanlar içlerindeki bu çağrıya cevap vermişler ve yaşadıkları çağdaki insanların iddialarına ve çevrelerinin alaylarına kulak asmamışlar, içlerinde canlanıveren bazı hatıraların rehberliğini kabullenerek muammaya ve heyecana gözü kapalı atılmışlar, bunu yaparken de tek bir amacı bellemişlerdir: Varlıklarının manasını, dünyanın nedenini, diğer kainatların malitesini bilmek ve anlamak... Bu macerada hayatlarını kaybedenlerin sayısı kabarıktır: bir çölün göbeğinde susuzluktan ölmüşler, Himalayalar'ın uçurumlarından yuvarlanmışlar, ya da dönüş umudunu yitirmişler, kimi zaman da bazı uzak ülkelerde haydutlar tarafından katledilerek bedenlerini terk etmek durumunda kalmışlardır. Bazıları çok tedbirli davranmışlar ve binlerce tehlikeden sonra geri dönebilmişlerdir. Bunlar da yolculuğun dehşetini doğrulamışlar, kendilerindeki güç, irade ve iman eksikliğini itiraf etmişlerdir. Bazılarının Şamballa'ya ulaştıklarını ve bir daha asla geri dönmemek üzere Agarta'nın labirentlerine indiklerini söylemişlerdir.
1923 senesinde, ezoterik Tibet Budizmi'nin lideri Tashi Lama, politik nedenlerden ötürü Çin'e kaçmak zorunda kalmıştı. Kendisi en layık olan lamalara Şamballa'ya giriş pasaportu verme yetkisi olan en yüksek lama olarak kabul ediliyordu.[1]
Kaynaklar
[1] Ruh ve Madde Dergisi, Aralık 1990, Sayı: 371, Sayfa: 24